Kaybolan Bağlar Çağında Aile Olmak – Düşünce

“Aileler zor olabilir ama uğurlarına savaşmaya değer.

Uğurlarına savaşılacak nadir şeylerden biri.”

(Ailem Robotlara Karşı filminden)

Yabancılaşmanın hat safhaya ulaştığı, birçok şeyin yapaylaştığı günümüz dünyasında insan ilişkileri de bu yabancılaşma ve yapaylaşmadan artan bir oranda nasibini almakta. Gerçek, samimi duygular yerini sahte sevgi gösterilerine, çıkar ilişkilerine bırakır hâlde. Herkesin birbirini ‘like’lara boğduğu bu çağda hemen herkes anlaşılamamaktan muzdarip ve eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerin başında sevgi, sevmek, sevilmek geliyor dünyamızda. Bu durum, ne yazık ki, toplumun en küçük yapı taşı olan ve insan ilişkilerinin içinde bulunduğu bu ahval dolayısıyla son zamanlarda sıklıkla ‘son kale’ olarak görülen aileye sıçramış vaziyette. Bir sofranın başında toplanma, başlarımızı ekranlardan kaldırıp birbirimizin gözlerine bakma, birlikte kaliteli zaman geçirme, birlikte tatile çıkma gittikçe azalan eylemler arasında. Yorucu iş hayatı, gittikçe hızlanan yaşamlar gibi etmenler teknolojiyi hayatımıza daha fazla dâhil eder vaziyette bu da insan ilişkileri yönünü sanal dünyaya dönmesine sebep olmakta. Çalınan Dikkat isimli eseri ile dikkatleri çeken Johann Hari, bir diğer çalışması Kaybolan Bağlar‘da, “2008’deki ekonomik krizden uzun süre önce meydana gelen toplumsal çöküşle birlikte kendimizi çok daha yalnız hissetmeye başladık. İnsanların birbirini kollamasını sağlayan aile, mahalle gibi yapılar darmadağın oldu. Kabilelerimizi dağıttık. Bir deneye kalkıştık –insanların yaşayıp yaşayamayacağını görmeye çalışıyoruz.” (Hari, 2021, s. 101) der. Yaşıyoruz yaşamasına ama ne kadar sağlıklı olduğu meçhul. Zira yapılan çalışmaların pek çoğu depresyon ve kaygının başta olmak üzere pek çok fiziksel ve psikolojik rahatsızlığın altında tercih edilmeyen yalnızlığın ve sevgisizliğin yattığını ortaya koyuyor. Hele ki aileden sevgi, değer görememesi, zaten kalabalıklar içinde kendisini yalnız hisseden bireyin yalnızlığını, kaygılarını daha da katmerleştirmektedir. Fakat bir ocağın üzerinde bulunan kabın içindeki soğuk suya atılıp yavaş yavaş sıcaklığın artmasına maruz kalan ve neticesinde de kaçmaya fırsat bulamayan kurbağa misal bizler de içinde bulunduğumuz bu değişimleri hissetsek de anlamlandıramayabiliyoruz. Sinema bu açıdan hayatlarımızdan ele aldığı kesitleri etkileyici bir anlatımla beyaz perdeye taşıdığı yapımlarla bu ahvale dikkat çekerek tahribatı ve tahribatın boyutunu daha iyi görebilmemize vesile olabiliyor. Biz de yazımız elverdiğince bu yapıtlardan üçüne kısaca değinmeye çalışacağız.

Saplantı: Sessiz Bir Çığlık

İlk filmimiz, Carlo Mirabella-Davis tarafından yazılıp yönetilen 2019 Fransa yapımı Saplantı filmi. Ailenin açtığı yaraların yıllar geçse de kolay kolay kapanmadığını, duygusal yalnızlığın, sevgisizliğin nelere sebebiyet verebileceğini görmemiz açısından etkili bir yapım olarak durur karşımızda. Orijinal ismi Swallow olan film dışarıdan bakılınca kusursuz görünen bir evliliğin içinde oldukça mutlu olduğu izlenimi veren başkarakter Hunter’ın (Haley Bennett) giderek yalnızlaşmasını ve bunun yansımalarını konu almakta. Zengin bir iş insanı Rickie ile evli olan Hunter yoksul bir kesimden gelmektedir. Kök ailesinden sevgi göremeyen, onlar tarafından yalnızlığa mahkûm edilen genç kadın tadamadığı, ondan esirgenen bu sevgiyi eşinden ve eşinin ailesinden görebilmek için, eşinin sözleri ile ifade edecek olursak, uysal ve özverili olmuştur daima. Özellikle kayınvalidesine karşı içten davranışları dikkat çeker ve annesi ile kuramadığı bağı onunla kurmak ister. Fakat hem kadının hem de kayınbabasının gözünde o oğullarının o an için beğendiği ve bu yüzden de ailelerine yakışacak bir şekilde yönlendirilmesi gereken bir ‘figür’den başka bir şey değildir. Hunter’ın gerçekte ne istediği, ne düşündüğü, ne hissettiği kimsenin umurunda değildir. Önemli olan dışsal açıdan, ‘mükemmel gelin’ rolünün sürdürülmesidir. Eşi Rickie’nin ise hayatı işten ibarettir. Beraber yemek yiyebildikleri anlarda dahi başını telefondan kaldırmayan birisidir. Bebek beklemeye başladıklarında da Hunter’ı hem fiziki hem ruhsal yalnızlığa terk eder. Hunter’ın yaptığı her şeyde yanlış mı yaptım tedirginliğini üzerinde taşıması, kocasından sürekli onaylanma beklentisi onun sevilmeme, reddedilme korkusunun, kaygısının dışavurumlarıdır. Bu çıkmaz Hunter’ın psikolojisini derinden etkiler ve eşinin dikkatini çekebileceğini düşünerek metal, sivri nesneleri yutmaya başlar. Hunter Pika Sendromuna yakalanmıştır. Bebeğin kontrolleri için birlikte hastaneye gittiklerinde acilen ameliyata alınır. Bunu öğrenen Rickie ve ailesi, yine, anlamaya çalışmak yerine onu suçlarlar. Bu süreçte ona psikoljik destek veren uzmana güvenmeye başlayıp içini açmak istemesi onun nasıl bir duygusal boşlukta olduğunu görebilmek açısından etkilidir. Kadının onu dinlemesi iyileşme eğilimi göstermesine vesile olurken, tesadüfen anlattığı her şeyin rapor edildiğine şahit olması bu hastalığın daha da şiddetli tezahürüne sebep olur. Bunun neticesinde onu bir hastaneye yatırmak istemeleri Hunter için bardağı taşıra son damladır. Evden kaçarak bu hayatı ardında bırakır. Kaçtıktan sonra ilk önce annesi ve hiç görmediği babası ile görüşür; içindeki acıları bastırmak yerine o acılarla yüzleşip iyileşmeyi seçer ve artık ipleri eline almaya karar verdiği hayat onu beklemektedir.

Yang’dan Sonra: Doldurulamayan Boşluklar

2504058

Bahsetmek istediğimiz bir diğer film ise Yang’dan Sonra. Alexander Weinstein’in “Saying Goodby to Yang” adlı kısa öyküsünden uyarlanarak 2021’de Kogonada tarafından beyaz perdeye aktarılan film kaybolan bağlar, bağ kuramamanın getirdiği varoluşsal sancılar, ruhlarda oluşan boşluklar, o boşlukları doldurabileceği düşünülen yapay zekâlar üzerine düşünmeye sevk eden kıymetli bir yapım. Filmimiz robotların dadılık yapması amacı ile alınıp-satılabildiği bir dönemde geçmekte. Yang’da işleri ile ilgilenmekten birbirlerinin yüzlerini bile zor görebilen Jake (Colin Farrell) ve Kyra çiftinin evlatlık edindikleri kızları Mika’ya hem bakıcılık yapması hem de eğitimine yardımcı olması amacıyla satın aldıkları bir yapay zekâdır. Çiftin bütün ebeveynlik sorumluluklarını ona devrettiklerini söylememiz ise mübalağa olmayacaktır; zira Yang’a abi diye seslenen Mika okul haricindeki zamanının hemen hemen tamamını Yang ile geçirmektedir. Ancak bir gün Yang’ın arızalanması ailenin pek çok şeyi yeniden gözden geçirmelerine vesile olacak ve aynı zamanda onun hayatlarında ne kadar büyük bir yer kapladığının da farkına varmalarına yol açacaktır. Jake, Yang’ı tamir ettirmek üzere götürdüğünde beklemediği gelişmelerle karşılaşırken onun hafıza kartını izleme fırsatı bulur ve o kartta izlediği görüntüler üzerine varoluşsal sorgulamalarla birlikte aile ilişkileri üzerine de düşünmeye başlar. Bu kayıp ona aile olmanın sadece aynı çatı altında yaşamak anlamına gelmediğini, çocuklarından ve birbirlerinden esirgedikleri ilginin, sevginin nasıl bir boşluk yarattığını, bu boşluğun başka bir şeyle kolay kolay doldurulamayacağını anlamasını sağlar ve kızını gerçek manada tanımak, eşi ile bağını kuvvetlendirmek adına somut adımlar atar. O bu dönüşümü yaşarken izleyicinin kucağına da şu soru bırakılmıştır, “Sevdiklerimizin değerlerini anlayabilmek için kaybetmemiz mi gerek? Onlara zaman ayırmak için neyi bekliyoruz?”

Ailem Robotlara Karşı: Farklılıklara Rağmen Bir Olmak

5609944

Bahsetmek istediğim son film ise bir animasyon filmi olan Ailem Robotlara Karşı. Yönetmen koltuğunda Michael Rianda ve Jeff Rowe’nin oturduğu, 2021 yapımı, bilimkurgu, komedi tarzındaki film, karakterlerimizden Katie’nin ifadesi ile, ‘zaafları’ olan bir aileyi alır odağına. Filmdeki çatışma yapay zekâ isyanı üzerinden gelişiyormuş gibi görünse de esas zeminde aile bağları, teknolojinin bu bağa etkisi, aile içi iletişim problemleri, kuşak çatışması, yardımlaşma üzerine çok sağlam bir anlatıya sahip. Baba Rick ve kızı Katie her ne kadar birbirlerini çok sevseler de bakış açıları, dünyayı algılama şekilleri nedeniyle iletişim kurmakta zorlanırlar. Rick, doğa ile iç içe geleneksel bir yaşam tarzına sahipken çocukları –Katie ve Aaron- teknoloji ile iç içe bir yaşam tarzına sahiptir. Rick kendi usulü ile iletişim kurmaya çalışır ancak bu çaba çocuklarında yankı bulmaz aynı şekilde çocuklar da, özellikle Katie, kedi usulü ile iletişim kurup anlaşılmak ister fakat onlar da özellikle babaları tarafından alaşılmaz. Bu aile içinde empati kuramamaya ve sürekli bir kopukluğa sebep olur. Ta ki üniversiteyi kazanan Katie’yi okula beraber bırakmaya karar verip yola çıktıktan sonra başlarına gelen felakete kadar. Tüm dünyaya yayılan robot istilası dünyadaki en kıymetli bağlardan birinin aile bağları olduğunu ve aile olmanın da herkesin tamamen aynı fikirde olması değil farklılıklara rağmen sevgi, saygı temelinde yükselerek bir olabilmek olduğunu hatırlatacaktır onlara. Tüm bu açılardan ailelerin mükemmel olmak zorunda olmadığını önemli olanın sevgi, saygı, empati temelleri üzerinde birlikte büyüyebilmek olduğunu vurgulayan film çok şey anlatıyor esasında…

Sonuç

Günümüzde herkes mükemmelliğin, kusursuzluğun peşinde ve en ufak bir pürüzde dahi çoğu zaman kimse kimseye anlayış göstermiyor, tahammül edemiyor. Oysa dünyada hiçbir şey kusursuz değildi; aileler de! Kıymetli pek çok bağın çıkar çatışmalarına feda edildiği şu zamanlarda aile son kale, son sığınağımız. Sevgi, saygı, muhabbet, empati çerçevesinde kurulacak sağlıklı bir iletişimle çözülemeyecek problem yok gibidir. Yeter ki emek verelim, çözmek isteyelim. Bu noktada epigrafta yer verdiğimiz, Katie’nin dilinden dökülen şu cümleleri yazımızın sonunda bir daha tekrarlamak isteriz, “Aileler zor olabilir ama uğurlarına savaşılacak nadir şeylerden biri.” Ve unutmamalıyız ki ideal bir aile yoktur çünkü kimse mükemmel değildir; ancak aile her şeydir! İdrakine varabilmek temennisiyle…

Kaynakça

Hari, J. (2021). Kaybolan Bağlar. (B. E. Aksoy, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Başa dön tuşu
reserve your slot now